Herkese selamlar :)
Öncelikle ağaç ev sohbeti için yazdığım konuyu beğenip beni yalnız bırakmadığınız için hepinize teşekkür ederim.
Bayramı sessiz sakin geçirmenin avantajları da oldu hayatımda. Kendime daha çok zaman ayırdım, izlemek istediğim dizimi seyrettim, okumak istediğim kitabımı bitirdim.
Sizlere okuduğum kitaptan bahsetmek istiyorum. İsmini daha öncede duymuştum ama bir türlü okumaya zamanım olmamıştı. Ama şimdi iyi ki okudum dediğim kitaplar arasında yer alıyor. Her kitap için aynı şeyi dediğimi fark ettim :) Kitap seçme konusunda oldukça seçiciyim. Bir kitabı okumadan önce on kere düşünüyorum. Bu sayede de okuduğum bir kitaptan hiç pişmanlık duymadım.
Yüzyıllık Yalnızlığın yazarı Gabriel Garcıa Marquez bu kitapla 1982 yılında nobel edebiyat ödülünü almıştır. Marquez'in kitabı yazma amacı ''çocukluk günlerini sanatsal bir dille ardında bırakmak''mış, ve kesinlikle bu dediğini başardı ünlü yazar.
Kitap akraba olan Ursula ile Jose'nin evlenmesiyle başlıyor. Bu evlilik sonucunda ailenin üzerine yüzyıllık bir çile bir lanet yerleşip kalıyor. Her doğan erkek çocuğa Jose ve Aureliano isimlerini veriyorlar. Gerçekten de ailenin başına nice felaketler geliyor bu yüzyıl boyunca. Kitabı okurken Ursula için çok üzüldüm. Bir insanın yaşayacağı tüm acıları yaşadı kadıncağız. İsimleri sürekli karıştırsam da çok güzel akıcı bir anlatımı var kitabın. Her karakterin hikayesi beni duygulandırdı, günümüz dünyasından alıp yüzyıllar öncesine, Maconda'ya götürdü. Kimi zamanlar orada yaşamak istesem de çoğu zaman o kadar acıya asla dayanamayacağımı düşündüm. Ben de derin hisler uyandırdı yüzyıllık yalnızlık, ve sonu asla tahmin edemeyeceğim bir şekilde bitti.
Altını çizdiğim çokça söz oldu bu kitapta. İşte bunlardan bazıları ;
Ölümü umursadığı yoktu; ama yaşam çok şey demekti. O yüzden de idam hükmü verildiği andaki duygusu korku değil, özlem oldu.
Her zaman seni üzecek birileri olacaktır. Tek yapmamız gereken; sevginin bize vadettiklerine güvenmeyi sürdürmek, ama kime ikinci defa güveneceğimizi de iyi seçmek.
İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.
Kötülük dünyada değil, kişinin yüreğindedir.
Kimlerle hangi noktada yakınlaşıyoruz? Aşk, sevgi, merhamet mi bizi buluşturan ya da yaşanmışlıkların ortak paydası mı acaba bizi birbirimize yaklaştıran?
Siz hangi gruptasınız? Yıllar önce yaşadığı olumsuzlukları durmadan tekrarlayıp elindeki kartopunu kocaman bir çığa dönüştürerek içinde kaybolanlardan ve yanındakileri de sürükleyenlerden mi; yoksa kocaman bir kar kütlesini güneşin sıcaklığıyla eritip etrafına huzur verenlerden mi?
Hiç düşündünüz mü? Ummadığımız bir anda, ummadığımız bir durum bizi alıp yıllar öncesine götürüveriyor. Yıllardır aklımıza gelmeyen, varlığını bile unuttuğumuz olaylar, zihnimizin karanlık dehlizlerinden birdenbire gün ışığına çıkıveriyor.
Yaşamla hesabını kesin olarak kapatırken kendi insanlarını düşündükçe duygulanmıyor, en çok nefret ettiği kişileri aslında nasıl sevmiş olduğunu anlamaya başlıyordu.
Yüreğini kolla Aureliano, ölmeden çürüyorsun.
İnsan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür.
Birisi kabuk tutmuş yaralarımızı okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor ve kanamaya başlıyor yeniden oluk oluk. Birine teslim olduğumuzda ve içimizi döktüğümüzde, bedenimiz ve ruhumuz kan içinde kalıyor. O yüzden değil mi içimizi tutmalarımız, birine teslim olmaktan korkmalarımız, ortalıkta gergin ve tedirgin dolanmalarımız? “Anlatsam mı, anlatmasam mı?” kararsızlığımız. “Bu sevgi beni acıtır mı?” kuşkularımız.
Belki de yalnızca onu elde etmek için değil, aynı zamanda onun yarattığı tehlikeleri de ortadan kaldırmak için çok ilkel ve basit bir duygu yeterliydi. Aşık olmak yetecekti. Ama bu denli basit bir şey kimsenin aklına ve yüreğine düşmüyordu.