23 Aralık 2020 Çarşamba

KELİME OYUNU 4

 


   Herkese selamlar. Bu haftanın kelime oyununda kelimeleri ben seçtim. Umarım kelimeleri yazıya dönüştürmekte zorlanmazsınız :) 

   Ben bu hafta kendi yaşamımdan kısa bir kesiti öyküleştirdim ve sizlerin beğenisine sundum. Keyifli okumalar diliyorum herkese.

   Bu haftanın kelimeleri;  YEŞİL-ŞİİR-BAHARAT-YOL-SABAH

   Otobüsten inmemle beraber çelik gibi soğuk hava yüzüme çarptı. Havanın yüzüme çarpmasıyla, uyku mahmuru halimden sıyrıldım. Otobüs çok sıcak olduğundan mıdır nedir yol boyu sürekli uyukladım durdum. Hava bugün buz gibi iyi ki sabahtan kalın montumu giymişim. Üstümde trençkotum olsa ofise varmadan soğuktan ölürdüm herhalde. Eski garajdan çıkıp belediyenin önüne kadar yürüdüm.  Bir müddet yolun karşısına geçmek için bekledim. Yaya yolunda olmama rağmen kimse yol vermedi. Her sabah bu sorunu yaşamaktan bıkmış olsam da bir süre bekledikten sonra saygısını yitirmemiş bir sürücü yol verdi de karşıya geçebildim. 

    Kadınlar pazarının oradan geçerken balık tezgahlarında ki telaşa şahit oldum. Esnaflar bir yandan balıkları tezgahlara yerleştirmeye çalışırken bir yandan da acıkmış tekirlerle uğraşıyorlardı. Neyse ki bizim tekirler sabah kahvaltısı niyetine taze balıkları mideye indirdiler de garibim esnafları rahat bıraktılar. Biraz daha ilerleyip bedesten çarşısının içine girdim. Mis gibi baharat kokuları eşliğinde, sağa sola bakınarak sanki bu yoldan ilk kez yürür gibi yürüdüm. İşte Aziziye Camisi tam karşımdaydı. Sabah akşam görsem de bu pencereleri kapılarından daha büyük camiyi izledim bir süre. Ara sıra uğrayıp simit aldığım küçük bir dükkandan simit aldım. Poşet kullanmayı istemediğim için küçük bir kese kağıdına sarıldı simit. Fırından yeni çıkmış olmalı ki simidi tuttuğum elim sıcacık oldu. 

    Mevlana caddesine kadar ara sıra yoluma konan güvercinler eşliğinde yürüdüm. Biraz uzakta da olsa sağ tarafımda bütün heybetiyle duran Mevlana müzesinin yeşil kubbesini gördüm. Bir kez daha şükrettim bu şehirde doğduğuma. Her gün her sabah selam verip Rumi'ye, Onun çok sevdiği Konya sokaklarında yürüyüp gitmek çok güzel bir duygu diye düşündüm. Aklımda Mevlanın şiiri kaldığım yerden devam ettim yürümeye..


'' Oraya gitme demedim mi sana,
seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben'im?

Bir gün kızsan bana,
alsan başını,
yüz bin yıllık yere gitsen,
dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?

Demedim mi şu görünene razı olma,
demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben'im asıl,
onu süsleyen, bezeyen ben'im demedim mi?

Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
senin duru denizin ben'im demedim mi?

Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben'im,
senin kolun kanadın ben'im demedim mi?

Demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi soğuturlar seni.
Oysa senin ateşin ben'im,
sıcaklığın ben'im demedim mi?

Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?
Yani beni kaybedersin demedim mi?

Söyle, bunları sana hep demedim mi? ''

                                                            MEVLANA CELALEDDİN RUMİ



16 Aralık 2020 Çarşamba

KELİME OYUNU 3

    



  Herkese selamlar :) En sevdiğim haftalık etkinlik olan kelime oyununda yine buluştuk.  Bu haftanın kelimelerini kendi dünyasında seçti. Kelimeleri okur okumaz dedim ki içimden 'masal gibi' o yüzden ben de masal yazmaya karar verdim :) Umarım beğenirsiniz masalımı :)

Yazının sonunda 4. haftanın kelimeleri sizi bekliyor.

Bu haftanın kelimeleri:  ZAMBAK-HAYAL-DİYAR-ÖZGÜRLÜK-DİLEK

   Bir varmış; bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Develer tellal iken pireler berber iken. Çok uzak diyarlarda acımasız kral Leon yönetimde yaşamaya çalışan bir ülke varmış. Öyle acımasız bir kralmış ki bu Leon, ondan habersiz kuş bile uçmazmış bu diyarlarda. İnsanlar ne kadar bıkıp yorulsalar da bu kraldan, hiç seslerini çıkarmaz bu acımasız adama boyun eğerlermiş. İşte böyle zalim bir dünyaya doğmuş güzeller güzeli Umut. Annesi babası ona Umut demiş ki umutları hiç tükenmesin, hiç vazgeçmesinler bu dünyada yaşamaktan. Umutta gerçekten umut olmuş onlara. Kıvır kıvır sapsarı saçları, deniz gibi masmavi gözleri varmış. Bakan bir daha bakar hayran kalırmış. 

   Kralın kötü yönetimi altında olsalar bile Umut'un ailesi huzuru kendi içlerinde bulmuş. Azla yetinmeyi öğrenmişler zamanla. Ama gün gelmiş Umut'un annesi amansız bir hastalığa yakalanmış. Derisi pul pul dökülmüş, yemek yiyemez, hareket edemez bir hale gelmiş. Derman aramışlar, çare diye yanıp tutuşmuşlar ama bir çaresini bulamamışlar. Umut'un o günlerde tek dileği annesinin sağlığına kavuşmasıymış. Bunun içinde her şeyi göze alabilirmiş. Bir gün bohçasını toplamış. Sıra dağlar arasındaki bilge kadına ulaşmak için yola koyulmuş. Gel zaman git zaman yollar aşmış. Karlar yağmış üzerine, güneşte kavrulmuş beyaz teni. Sonunda amacına ulaşmış bilge kadına ulaşıp derdini bir bir anlatmış. Bilge kadın demiş ki ''Annenin derdinin dermanı zambak çiçeğindedir oğul. O çiçeği bul suyunu kaynat annene içir demiş.''  Bizim oğlanın o anki neşesi dünyalara bedelmiş, az kalsın mutluluktan havalara uçacakmış. Ama demiş bilge kadın ''Bu nadide çiçek sadece sarayın bahçesinde yetişir başka hiçbir yerde bulamazsın.'' Olsun demiş Umut bir çiçek altı üstü gider isterim demiş.

   Uzun uzun yollar ardından Leon'nun sarayına ulaşmış. Yalvar yakar kendini huzura kabul ettirmiş. Kral bu genç çocuğu gözlerini devirerek dinlemiş. Önce bir etkilenmiş dediklerinden, ama bu kralda vicdan ne arasın yaka paça kovdurtmuş Umut'u saraydan. Pes etmemiş bizim çocuk, zambağa ulaşmanın yollarını aramış durmuş. Bir gün acımasız kralın Güzeller güzeli kızı Hayal prensesle yolları kesişmiş. Derdini anlatmış prensese, dinlemiş onu prenses yardım etmeye gönüllü olmuş. Bir gece gizlice saraya almış Umut'u. Ama muhafızlar Umut'u yakalayıp zindana atmışlar. 3 gün 3 gece aç bir şekilde soğuk bir zindanda ölmeyi bekleyen Umut, tüm özgürlük hayallerini yitirmiş. Ama sonra mucizevi bir şekilde zindanın kapısı açılmış ve Hayal prenses kapıda belirivermiş. Hep beyaz atlı prensler prensesi kurtaracak değil ya. Bu seferde kara gözlü kara yeleli doru bir atla prenses prensi kurtarmış. Hızlıca saraydan kaçıp Umut'un köyüne varmışlar. Umut mahcup bir şekilde annesinden özür dilemeye hazırlanırken Hayal prenses heybesinden zambak çiçeğini çıkarmış. Hemen kaynatıp annesini sağlığa kavuşturmuşlar. 

   Öfkeden iyice çılgına dönen krala artık vezirlerin bile sabrı kalmamış. Bir gece Leon'u tahttan indirip sürgüne yollamışlar. Leon'un sürüldüğünü duyan halk Hayal ve Umut'a 40 gün 40 gece davullu zurnalı düğün yapmışlar. Ee ne denir masalların sonunda ''onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine..''


4. Hafta Kelime Oyunu Etkinliği Kelimeleri ;

Yeşil-Şiir-Baharat-Yol-Sabah


9 Aralık 2020 Çarşamba

KELİME OYUNU 2


 
Kelime Oyununun bu haftaki kelimelerini Kırmızı Ruh seçti.

 Haftanın kelimeleri *Kırmızı, İrlanda, Tutku, Kitap ve Viski*. 

   Sokak kapısı rahatsız edici bir gıcırtıyla açıldı. Kapının üzerinde asılı olan süsten belli belirsiz bir ses duyuldu. Kapıdan sanki ruhu çekilmişte sadece bedenden ibaret olan çelimsiz bir adam girdi. Üzerinde rengi solmuş, yıpranmış, fi tarihinden kalma bir takım elbise, gözlerinde acı bir keder ile mahcup bir ifade vardı. O kadar kırılgan görünüyordu ki bu adam biri yanından hızlıca geçse rüzgara kapılıp savrulup gidecek gibiydi. 

   Ne vakit kapının orada öylece durdu bilmem. Öyle sessiz, öyle mahcup duruyordu ki onu uzun süre benden başka kimse fark etmedi. Uzunca bir bekleyişten sonra mutfaktan gelen Fuat usta bu serkeş adamı fark etti. Kollarını iki yana açarak:

   ''Oo Veysel ağabey hoş geldin safa getirdin ekmek tekneme. Hangi rüzgar attı seni buralara'' diyerek adamı aldı karşımdaki masalardan birine oturttu. Adının Veysel olduğunu öğrendiğim adam cılız bir sesle:

''Hiç öylesine bir uğradım.'' dedi. Sonra çelimsiz bedeninden beklenmeyecek bir çeviklikle ceketinin içinden gazeteye sarılı bir şişe çıkardı bir iki yudum içip masaya bıraktı. Fuat usta gülümseyerek:

''Şarabını da yanından ayırmıyorsun ha Veysel Ağabey.''

''Yok o şarap değil viski'' dedi Veysel ağabey. O kadar alçak bir sesle konuşuyordu ki adam dört ayağımı kaldırıp yanına varsam anca duyacaktım sesini.

''Her ne zıkkımsa ne'' dedi Fuat usta.

''Aynen öyle. İkisinin de amacı beni şu acımasız dünyadan birkaç saatte olsa alıp götürmesi ne de olsa.'' Gözleri gökteki bulutlar kadar nemlenen Fuat usta:

 ''Bırak şimdi sen bunları da sana sıcacık bir çorba getireyim ha ne dersin?''

     Bu sefer konuşmadı çelimsiz adam yalnızca başıyla tamam dedi. Fuat usta iri bedenini sandalyeden kaldırıp mutfağa gitti. Az sonra bir kase dolusu çorba ve ekmek sepetiyle geri geldi. Veysel abi dumanı tüten çorbayı yavaş yavaş içti. Hiç konuşmadılar bizim ustayla. Minnet dolu gözlerle teşekkür edip geldiği gibi usulca kalkıp gitti emektar çorbacımızdan. 

    Bu adamın varlığı derince sarstı içimi bir süre. Gözlerindeki kederli bakışı unutamıyordum bir türlü. Neydi benim bu tahta bedenimi bile derinden etkileyen kederin sebebi? Bunu aylar sonra gelip benim yanıma oturan dört delikanlıdan öğrendim. Meğer bizim bu Veysel ağabey kızıl saçları olan İrlandalı genç bir kadına tutkulu bir şekilde aşık olmuş. Aylarca peşinde dönmüş durmuş. Zamanla bu kadından aşkına karşılık bulmuş, evlenmişler güzel bir yuvaları olmuş.  Veysel ağabey işe giderken karısı da eline kitabını alır kırmızı güllerle dolu olan bahçesinde saatlerce oturur vakit geçirirmiş. Gel zaman git zaman saçları alev alev yanan iki kız bebekleri olmuş. Hayat bana tüm güzellikleri sundu derken bizim Veysel ağabey bir gün işten eve döndüğünde bahçesinde kırmızı güllerin olduğu şirin evini kül olmuş bir halde bulmuş. Maalesef o yangından ne alev saçlı karısı ne de güzel yavruları kurtulabilmiş. İşte o gün bu gündür Veysel ağabeyimiz böyle viran halde yaşayıp günlerini geçirir olmuş.

    Şu lokantaya geldiğimden beri ne acılara ne kederlere ortak olmuştum sayısını bile unuttum. İçimi çekerek:

''İyi ki insan olmamışız.'' dedim diğer dört bacaklı mavi boyalı masa arkadaşlarıma.

''Bakın nice dertler var onların hayatında. Bizimse tek derdimiz acemi garsonun kirli sırtımızı zımparalar gibi sürtmesi.'' dedim.

  Hep bir ağızdan ''Ya ya'' dedi diğer arkadaşlarım ''iyi ki insan olmamışız.''

3 Aralık 2020 Perşembe

KELİME OYUNU - 1

  


 Çok güzel bir etkinlik haberi  geldi bugün kımızı ruh'tan . Her hafta belirlenen beş kelime ile herkes içinden geçenleri yazacak. İster öykü, ister makale ya da söyleşi. Siz ne yazmak isterseniz yazın. Çünkü yazmak insanın derdini, neşesini kelimelere dökmek demek. Hadi paylaşın sizde bizimle hislerinizi.

    Ben çok minik bir öykücük yazdım şimdilik. Umarım ilerleyen zamanlarda kendimi daha da geliştirebilirim. bu haftanın kelimeleri  DENİZ KAYIKÇI SİMİTÇİ ARABA DEDE.

                   İŞTE MİNİK ÖYKÜM :)

       Dünyanın tüm yükü sırtımdaymış gibi büyük bir ıstırapla oturdum bankın üzerine. İşten çıkalı birkaç saat olmuştu. Boş boş dolanmıştım sokaklarda. Babaannem rahmetli olsa avare avare ne dolaşıyorsun kızım bu saatte derdi. Derdimi tasamı anlar gibi bakardı gözümün derinliklerine. Sonra konuşmaz ruhumun açlığını karnımın açlığıyla giderebilecek gibi hemen yemeye bir şeyler hazırlardı. Tatlı tatlı konuşur sanki ekmek bıçağıyla derdimi, kederimi sıyırırdı ruhumdan. Ama şimdi yalnızdım bu bankta. Ne babaannem vardı derdimi paylaşacağım ne de başka bir insan evladı.

     Gün yavaş yavaş akşama dönmeye başlamıştı ben bankta otururken. Denizin tuzlu kokusunu ciğerlerime çektim. Durgundu bugün deniz. Az ileride kayıkçı bir ihtiyar vardı. Denizin sakinliği ona da sirayet etmiş olmalı ki dalgın dalgın oltasının başında denizi seyrediyordu. Ne vakit sonra bir kıpırdanma oldu. Bizim ihtiyar kayıkçı iri bir balık yakalamış olmalı ki gülümsemesi benim bile içime işledi. Şükür dedim içimden emeğinin karşılığını aldı. 

     Güneş nazlı nazlı kaybolup gitti gökyüzünde. İnsanlar telaş halinde evlerine koşturuyordu. Yaşının ortalarında kısa boylu bir kadın, simitçi arabasını itiyordu hızlıca. İnsanlar eve varmak için çabalarken benimse hiç eve gitmek gelmiyordu içimden. Sonsuza kadar egenin derin sularına bakmak, bu bilinmezlik içinde güneş gibi kaybolup gitmek geldi içimden. Düşündüm ki şu an hiç var olmamış olsam ne güzel olurdu. Dünya hep bir telaş haliydi benim için. Durup dinlenmeye, oturup soluklanmaya hiç vakit olmuyordu. Nasıl olsun ki ekmek ağzındaydı aslanın. Vakit oturup dinlenme değil bu düzen içinde savrulmadan tırnağını bir yerlere geçirme vaktiydi. İşçi olmak zordu vesselam. Öyle her şeye hakkın yoktu anlayacağın. 

    Kalk dedim kendi kendime var git evine. Çantamı omzuma takıp başımla hafifçe selam verdim bizim ihtiyar dedeye. Bir süre sonra ben de insan kalabalığının içinde kaybolup düştüm bizim semtin yoluna.

1 Aralık 2020 Salı

2020 YIL SONU MİMİ



 Herkese selamlar. Çok güzel bir mimle sizlerleyim.Sevgili Belle'nin kütüphanesinin başlatmış olduğu bu mime ben de katılmak istedim.

Belle'nin yazısına ulaşmak isteyen linke tıklayabilir.

  1. 2020 senin açından nasıl geçti?

    Fantastik bir film izlersin de yok artık bu kadarda olmaz dersin ya, 2020 tam olarak öyleydi benim için. Bir yıl öncesinde maskelerle yaşayıp en sevdiklerinden uzak duracaksın, markete bile korkuyla gideceksin, herkesten vebalı gibi kaçacaksın  deseler inanmazdım. 

   Virüs ilk yayıldığı anda yaşadığımız korku ve panik zamanla azalsa da virüs hayatımızdan tamamen çıkmadığı için eskisi gibi rahat değiliz. Hele şu sıralar ilk çıktığı anadan bile daha tehlikeli bir hal aldı. Önümüzde belirsiz bir zaman dilimi var. Umarım sağ salim bir şekilde atlatırız bu dönemi de.


2. Yıl boyunca yapmayı en çok özlediğin şey nedir?

    Çok fazla özlediğim şey var ama en çok özlediğim şeyler listesinin başında kuzenlerimle vakit geçirmek var sanırım. İşten çıkıp bir araya gelip boş boş çarşıda dolanmayı. Akşam eve gidip teyzemlerle oturmayı en çokta sabah geç uyanıp kahvaltı masasında saatlerce oturup dedikodu yapmayı özledim. 💙

  Eskiden çok basit gibi görünen, her zaman rahatlıkla yapabildiğimiz şeyler elimizden alınınca kıymetini daha çok bildik böyle güzel anların. 

3. Biraz da olumlu yönden bakalım. 2020'de güzel geçtiğine inandığın ve 2020 şu yönden uğurlu geldi dediğin bir durumla karşılaştın mı?

   2020'nin bana güzel gelen tek yanı 3 aylık karantinası oldu sanırım 😀 Cumartesi günleri bile yoğun bir şekilde çalışıp durup bir nefes dahi alamadığım işime 3 aylık uzun bir ara verdim. Bu 3 ay bana baya bir iyi geldi. Mental açıdan da fizikende dinlenmiş oldum.

4. Karantina süresinde veya bulabildiğin boş vakitlerde kendine zaman ayırabildin mi? Ayırdıysan neler yaptın? (Örneğin, yeni hobi edinme, önceki alışkanlıklara daha çok vakit ayırabilme vb.)

   Boş vakitlerimde amigurimi oyuncaklar ördüm. Örgü örmeyi normalde de çok severim ama onca boş vaktimde daha çok fırsat buldum örmeye. 

    İzleyemediğim, yarım bıraktığım dizilerimi bitirdim. Online eğitimlerden sertifikalar aldım. 

   İngilizce öğrenmeye karar verdim. Her ne kadar yarım bırakmak zorunda kalsam da biraz alt yapım oldu.😇

5. Son olarak 2021 yılından beklediklerin neler?

  En çok istediği şey tabi ki de sağlık. Bu dönemin bize en önemli faydası sağlığımızın kıymetini bilmemiz oldu. Hayattaki en değerli şey sağlıkmış. Şu virüsten biran önce kurtulmayı, eski günlerimize dönmeyi istiyorum.

  Bu güzel mime katkıda bulunmak için siz de bize katılabilirsiniz.

27 Kasım 2020 Cuma

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 66


 Herkese selamlar. Bu haftanın sohbet konusunu sevgili adadenizi seçmiş. Kendisini de bu yazı sayesinde keşfettim fırsat buldukça yazılarına misafir olurum bundan sonra :) 

Bu haftanın sohbet konusu '' Ev, arsa, koltuk, dolap vs. malın-mülkün sahibi miyiz? yoksa kölesi mi?''

   Uzun zamandır ağaç ev sohbetlerine katılıp sohbet edememiştim sizlerle. Bu güzel konu hakkında kayıtsız kalmak istemediğim için geçtim bilgisayarın karşısına. 

   Cemil Meriç'in çok sevdiğim bir sözü var '' İnsanlar sevilmek için yaratıldılar, eşyalar kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni; eşyaların sevilmeleri ve insanların kullanılmalarıdır.''

   Bu sözü birebir yaşıyoruz şimdi. Özellikle de bu efsane cuma haftası kafamı nereye çevirsem reklamlar, indirimler. Onlarca yüzlerce ürünler, kampanyalar. Ve çılgınca alışveriş yapan insanlar. İhtiyacı olan olmayan herkes bir şeyler alma peşinde. Evlerimizde kullanmadığımız bir sürü eşyalar var. 

   Zaman zaman ben de eşyalarımın kölesi olduğunu düşünüyorum. Onları kaybettiğimde üzülmem birine ödünç verdikten sonra geri veresiye kadar duyduğum endişe beni çok rahatsız ediyor. Bu en çok kitaplarımı verince başıma geliyor. Kenarının kıvrılması, zedelenmesi, hele hele üzerine bir şey döküldü mü kısa bir anksiyete krizi geçiriyorum. Bence bunun sebebi eşyaların maddi değeri değil de manevi değerinden geliyor. Bazen onlarında ruhunun olduğunu düşünüyorum. Mesela bir yazımda dedemin kullandığı fotoğraf makinesinden bahsetmiştim. Makinenin yaşı benden büyük. Ne çok şey görmüş geçirmiştir kim bilir. Ama şimdi bir dolabın arkasında boynu bükük şekilde bir oturma odasının duvarlarına bakıyor. 

    Oysa eşyalara değer vermeyi bırakıp, bir ev bir araba için yıllarca didinip çalışmak yerine yaşamaya başlasak. Sahiden dolu dolu yaşasak, eşyalara köle değil sadece sahip olduğumuzun farkına varsak. Bu düzene ayak uydurmak yerine kendi düzenimizi kurup 'az eşya çok huzur' felsefesini hayatımıza uygulasak daha mutlu olurduk belki de.


22 Kasım 2020 Pazar

THE QUEEN'S GAMBİT

  


 The Queen's Gambit netflixte yayınlanan 7 bölümlük bir mini dizi. Walter Tevis'in romanından esinlenerek dizi haline getirilmiş. 23 Ekim 2020 de ise Netflix izleyicisiyle buluştu.

   Ana konusu annesinin yaptığı trafik kazasıyla birlikte kimsesiz kalan Beth Harmon'un başına gelen olaylardır. Beth yetimhanenin hizmetlisinden satranç oynamayı öğrenir. Kız satranç oynamakta olağanüstü bir yeteneğe sahiptir. Bir yandan da öğrencilere verilen sakinleştirici haplar Beth'i bu haplara bağımlı hale getirir. Bu bağımlılığından dolayı satranç oynaması yurt müdiresi tarafından yasaklanır. 



  Bir süre sonra evlat edinilen Beth için işler değişir. Üvey annesi Alma ile birlikte yalnız kalan Beth mücadeleyi hiç bırakmadan satranç oynamaya ve bu oyunlardan ödüller kazanmaya başlar. Satrançta olan bu delice tutkusu ve ilaçlara olan bağımlılığı Bethi hem iyi hem de kötü yönden destekler.




   Dizinin 50'li yıllardan 70'li yıllara kadar ilerleyen zaman değişimleri var. Bu geçişleri dizi esnasında hissedebiliyorsunuz. Özellikle Beth karakteri için tasarlanan saç tasarımına ve kıyafet seçimlerine bayıldım. Her kıyafet şık ve güçlü bir kadını canlandırdı benim gözümde. Zaten dizide de vurgulanmak istenen başarılı ve güçlü bir kadının sadece erkeklerin oynadığı bir oyunda herkesten yetenekli olması ve onları her oyunda alt etmesi. 



   Diziden sonra Beth'i instagramından biraz takip ettim. Gerçek hayatında da oldukça güzel bir kadın. Ama kızıl saçın yakıştığı ender kadın oyunculardan kendisi. Bakmak isterseniz diye instagram hesabını buraya bırakıyorum :) Anya Joy 



   Bu tarz dizileri izlemek beni hayata karşı motive ediyor. Evet belli bir takım bağımlılıkları vardı Beth'in ve bunlar onun hayatını sık sık mahvetti. Ama yine de azmin başarı getirdiğini Beth sayesinde bir kez daha gördük. 



   Efendim meraklıları için enfes bir dizi. Mini dizi olması sebebiyle su gibi akıp gidiyor. Diziden sonra birkaç satranç uygulaması bile indirdim. İlk okulda iken satranç kolu başkanıydım ama oynamaya oynamaya unutmuşum :) Neyse biraz pratik yapmakta yarar var :)


2 Kasım 2020 Pazartesi

UMUT



Güzel günlerden geçmiyoruz şu günlerde. Hastalıklar, doğal afetler, insanların iki yüzlülüğü, yoksulluk, cinayetler. Sürüsüyle dert var içimizi yakan.


Nasıl çıkarız aydınlığa hiçbir fikrim yok. Eskiden yaşadığım dünyaya dair güzel umutlarım vardı. Çok nadirdi benim gözümde kötü olan insan. Ama şu an ne kimseye güvenim kaldı ne inancım.


Eski günlere dönemeyiz belki de. 

Geleceğimizi biraz da olsa düzeltemez miyiz?

 Sorgusuz, sualsiz, art niyetsiz insanlar tutar mı elimizden? 

Umudumuz gittiği karanlıktan döner mi bir gün?

Yeniden güvenebilir miyiz insanlığa? 

Huzur dolu güzel sabahlara uyanabilir miyiz?


Belki bir gün..

11 Ekim 2020 Pazar

Elveda Güzel Vatanım - Ahmet Ümit

 


    Herkese selamlar. Harika bir kitabı bitirmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum şu an. Yaklaşık 1-2 saat önce Ahmet Ümit'in Elveda Güzel Vatanım isimli romanını bitirdim. Taze taze sizlerle kitap hakkındaki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

     Kitabımız kahramanı Şehsuvar Sami aşkı ve vatanı arasında ikilemde kalmış Selanikte yaşayan kahramanımız. Şehsuvar Sami'nin neler yaşadığını büyük aşkı Ester'e yazdığı mektuplardan öğreniyoruz.

    Roman bizi meşrutiyetin ilan edildiği yıllardan cumhuriyetin kurulduğu yıllara alıp götürüyor. Ahmet Ümit'in her kitabında beni alıp götüren sihir bu kitapta da beni etkisi altına aldı.

    Şehsuvar Samiyle Talat Paşa'nın yanına gittim, Selanik sokaklarında yürüdüm, Pera Palasta kahvemi yudumladım, Trablusgarp'ta cephede savaştım. Ama en çok Ester'e olan aşkında ona hayran oldum, onunla pişman olup onunla suçluluk duydum.

     Ne yalan söyleyeyim kitabın sonu beni şaşırttı. Okuyacak olanlara şiddetle tavsiye ederim. Diğer romanlarında olduğu gibi Ahmet Ümit bu romanında da beni kendisine hayran bıraktı. 

               SEVDİĞİM CÜMLELER

''Ölüm şehirlerimizi kaybetmekle başlar, vatanımızı kaybetmekle neticelenir.''

“Lüzumsuz merhametin yol açtığı felaketlerde açı çeken masumların çığlıklarını duymak istemiyorum artık”

Mesele aklın kabul ettiğini
Kalbe anlatmaktı...
İşte onu beceremiyordum.

Kader karşısında hep acze düşermiş insan .

Şimdi farkına varıyorum ki, benim için bir tek vatan varmış, o da sensin..

“Hayatta iki tür insan vardır; rüzgarın önünde savrulanlar ve rüzgarı önüne katanlar.”

“ Ve eğer kendimizi bağışlama kabiliyetimiz olmasaydı,varlığımızı sürdürmezdik”

Herkesin aynı yalana inanıyor olması, onu hakikat yapmaz.

"Oysa şimdi paramparça oluyordu inandığım ne varsa..."




14 Eylül 2020 Pazartesi

CEP HERKÜLÜ - NAİM SÜLAYMANOĞLU



Uzun zamandır bu filmi izlemek istiyordum bugüne kısmetmiş. Beklentilerimin çok çok üstünde bulduğumu söyleyebilirim. Türk yapımı dram filmleri beni derinden sarsıyor, hele yaşanmış olması izlerken boğazımı düğümlüyor. Naim'de bu seride yerini aldı. 

Film Naim Süleymanoğlu'nun çocukluğunu, spora nasıl başladığını ve Türkiye'ye nasıl geldiğini anlatıyor. İzlerken Naim Süleymanoğlu'nun orta yaşlarını da görmek istedim. Ama finalini de çok sevdim, senaristler tadında bırakmayı tercih etmiş. 

Mücadeleci ruhunu çocukluğunu izlerken bile hissedebiliyoruz Naim'in. Yüzme gibi başka sporlar yapmak isteyen Naim'in haltere yeteneğinin olduğu anlaşılınca spor okulunda idmanlara başlıyor. Hocaları gelip gitmenin yeterli olmadığını düşünerek onun yatılı kalmasını istiyor. Annesinin iznini alan Naim için zorlu spor yılları da başlamış oluyor. (Hatta annem ben olsam asla izin vermezdim ayrılmazdım çocuğumdan diye söylendi film arasında. Anne yüreği işte :) 

Madalyalar. başarılar üst üste geliyor, Naim Süleymanoğlu ismini tüm dünya öğreniyor. Naim Bulgar milli takımı için madalyalar kazanırken Türkler için zor günler başlıyor Bulgaristanda. İsimler değiştiriliyor Türk halkına zorbalıklar yapılmaya başlanıyor, hatta en acısı mezarlıklardaki Türkçe isimlerin yerine Bulgar isimleri yazılıyor. İşte bu sebeple Naim Türkiye'ye ana vatanına gelmek istiyor. Avustralya'ya bir spor müsabakasına giden Naim bir yolunu bulup oradan kaçıyor. O dönemin başbakanı Turgut Özal'ın da yardımlarıyla Naim Türkiye'ye getiriliyor. 

Naim'in tek hedefi halkının ve ailesinin Bulgar hükumeti tarafından uğradığı zulmü tüm dünyaya duyurabilmek. Sesini duyurabilmek için hasta olmasına rağmen olimpiyatlara katılıp rekor kırarak ülkemize altın madalyalar getirdi. Ve sesini tüm dünyaya duyurdu. Halkının uğradığı zulümler dünya basınında yer aldı. 

Büyük diplomatik uğraşlar sonunda da olsa Bulgaristan'dan izin çıktı ve 350.000'e yakın yurttaşımız ana vatanına dönebildi. Filmin sonunda annemin söylediği aklıma geldi hatta bunu kendisine de söyledim. Eğer Naim'in annesi engel olsaydı ve Naim'in karıyeri başlamadan bitmiş olsaydı bu insanların sesini kimse duymayacaktı. Ya da yıllar sonra işin işten geçtiği bir zamanda duyup yas tutacaktık.

Film için daha söyleyebileceğim çok fazla şey var. Ama bu güzel filmi herkesin izlemesini istiyorum. Ve bir parantezde Hayat Van Eck'e için açıyorum. Gerçekten Naim Süleymanoğlu'nu izlemiş gibi hisettim. Gelecekte umarım daha fazla yerde karşımıza çıkar da oyunculuğunu izleme fırsatına sahip olabiliriz.  

İşte küçük dev Naim Süleymanoğlu'nun filmi bu şekilde. İzlememiş olanlara mutlaka öneriyorum. Ve film için yapılmış bu şarkıyı da aşağıya bırakıyorum  ben çok beğendim umarım beğenirsiniz.

İyi geceler herkese :)



29 Ağustos 2020 Cumartesi

KENDİMCE

 


Bloğumda yazmayalı neredeyse iki aya yaklaşmış. Karantina sürecindeki gibi her gün yazılar yazıp, siz değerli blog sakinlerinin yazılarını okuyup sohbet etmeyi çok özledim. Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim üzere mali müşavirlik stajı yapıyorum. O kadar yoğun bir sürecin içindeyim ki şu bir kaç aydır hem sizi hem de kendimi çok ihmal ettim. Ben yokken çok güzel yazılar paylaşmışsınızdır kesin :) fırsat buldukça hepsini tek tek okumak istiyorum. 

  Bu iki aylık süreçte pekte bir şey yapmadım aslında. Duygu değişim hızım hiç bu sene ki kadar farklı olmamıştı. Şu sıralarda özellikle saatim saatimi tutmuyor. Sabah neşeli bir şekilde işe giderken akşamında dokunsan ağlayacak kıvama geliyorum ya da tam tersi. Eskiden sürekli plan yapar o planları uygulamak için çabalardım. Şimdi stajım bittiğinde ne yapacağıma dair tek bir plan, planı da geçtim hayal bile kuramıyorum. Bu dengesizliğimi koronaya bağladım. Vurun kahpeye misali bu sene ne yapamadıysam ne olmadıysa koronadan soruyorum hesabını :)

   Şu sıralar sürekli dilime Feridun Düzağaç'ın Beni Bırakma şarkısı dolanıyor. Önceden de severek dinlerdim ama sözlerini hiç bu kadar derinden hissetmemiştim. Galiba yaş aldıkça dinlediğim, okuduğum her şeye farklı bakıyorum. En çokta diyor ya Kimse kimsenin, her şeyi olamaz - mış. Orada es verip mış demesi bile şarkıyı benim gözümde daha da değerlendiriyor. Küçükken sadece klibini çizgi film sandığım için izlediğim şarkıyı şimdi üzerimde tonlarca ağırlıkla dinliyorum..

   Sizin için buraya bu güzel şarkıyı bırakıyorum. İyi geceler sevgili blog sakinleri..




5 Temmuz 2020 Pazar

DARK

   


  Herkese selamlar. Merakla beklediğim dizimin son sezonu da geldi. Bilenler bilir  Dark geçen senenin en sevilen, çok konuşulan yapımlarından biri oldu. Bence Netflix'in yaptığı kaliteli yapımların başında geliyor. İlk iki sezonda, bölümleri arka arkaya izlemiştim. Ama son sezonu haftaya yayarak sakin sakin izledim. İyi ki de öyle yapmışım, çünkü 3. sezon beni bayağı bir yordu :)

    Dizi Winden adlı bir kasabada geçiyor. Dizi Winden'dan başka bir yerde geçmemesine rağmen bu sizi asla rahatsız etmeyecektir, çünkü mekanlar aynı zamanlar farklı bu dizide hatta dünyalar. İlk sezon kasabadan iki çocuğun kaybolmasıyla başlıyor dizimiz. Ana olay kasabada yaşayan dört ailenin birbirleri ile olan karmaşık ilişkilerinden oluşuyor. Zamanda yolculuğunda mümkün olduğu dizi bize hem olağanüstü bir seyir zevki veriyor hem de beynimizi fazlasıyla çalıştırıyor. Bence müziğiyle, konusuyla ve oyuncularıyla harika bir dizi.

    Dizinin konusunu izlemeyenler için çok fazla açmak istemiyorum. Aslında çok spoiler verilecek bir dizi de değil :) Beş dakika izlemesen ne olduğunu kestiremeyeceğimiz bir dizi var karşımızda. Biraz da dizinin karakterlerinden bahsedeyim izninizle :)

    İlk olarak Jonas'tan bahsedeceğim. Dizideki en sevdiğim karakter. Üç halini de ayrı ayrı seviyorum. Adam hali diğer Jonaslardan farklı olsa da son bölüm onuda benimsedim. Martha'ya olan aşkıyla da beni kendine hayran bıraktı. Dizideki favorim kesinlikle Jonas oldu :)



    Martha bir diğer ana karakter. 2. sezonun sonunda gelen Martha beni şaşırtsa da 3. sezonda taşlar yerine oturdu. Zaten kızımızın güzelliğine diyecek bir şey yok zaten :) işin içine muhteşem oyunculuklar da girince dizinin seyir zevki de yüksek oluyor.



    Dizinin bir diğer önemli karakteri de Claudia. Claudia namıdiğer beyaz şeytan 3. sezonda dizideki taşları yerine oturtuyor. Kızı Regina'ya olan sevgisi Claudian'nın yolunu aydınlatıp onu sonuca adım adım yaklaştırdı.


    4. sezonunu büyük bir heyecanla beklediğim dizinin en sevdiğim şeylerinden birisi de jenerik müziği. Asla ileriye sardırmadan büyük bir keyifle dinlediğim müziği şimdi sizinde beğeninize sunuyorum :)



23 Haziran 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ *44


    Ağaç ev sohbetlerinin bu haftaki konusu Kayıp Fısıltı 'dan geliyor. Benimde çok sevdiğim konuşmaktan da yazmaktan da keyif aldığım bir konu bulmuş. Hayvanlar bu hayatta bizim başımıza gelebilecek en güzel şeyler bence :)


Haftanın sohbet konusu:


1. Evcil hayvanınız var mı ya da hiç oldu mu? Bu hayvanı kendinize yoldaş olarak seçmenizin amacı neydi (yani mesela niye kedi değil de özellikle köpek aldınız)? Onunla bir anınızı paylaşın, resmi varsa onu da paylaşabilirsiniz. Eğer yoksa sadece diğer soruları cevaplandırabilirsiniz. 2. Vahşi bir hayvanı evcilleştirebiliyor olsanız bu hangisi olurdu ve neden? 3. Son olarak ta evcil hayvan satışı ve alımı hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce bu doğru mu?

1) Çocukluğumdan beri bir sürü evcil hayvanım oldu. İlki kedimiz Boncuktu. Boncuk anneannemin kedisinin yavrusuydu. Aslında kardeşi ile birlikte bizim eve getirmiştik ama kardeşi kısa süre sonra ölmüştü. Ama boncuk 12-13 yıl kadar bizimle kaldı. Kuzenlerim ona Genevir Ala derdi renginden dolayı. Çok başına buyruk bir kediydi, ama bizi hiç terk etmedi. Ben üniversitedeyken hastalanıp hayatını kaybetmiş, annem ben üzülmüyüm diye benden uzun bir süre saklamıştı. Ama eve döndüğümde öldüğünü öğrendim ve çok üzülmüştüm.


Evimiz bahçeli olduğu için sürekli kedimiz olurdu. Beneklim vardı şimdi ki kedimden önce onu da çok severdim. Şimdi Paşa'ya bakıyorum. Bize geldiğinde küçücüktü. Avucumdan süt içiriyordum ona, kuytu köşeye saklanıyordu da bulamıyorduk evde :) Şimdi kocaman oldu maşallah. İşten eve gelince ilk işim onu sevmek oluyor. Günün tüm stresini onu severken atıyorum.



PAŞA :)

PAŞA :)


    Kedilerin yanı sıra balık, kaplumbağa,muhabbet kuşları da besledik. Ama köpeğimiz sadece bir kere oldu. Adı Zahideydi. Abimle ona pencereden şekerli leblebi atardık. Ama onu kaybettik sonra bir daha da bulamadık : (
Muhabbet kuşumuzun ilkinin adı Memoliydi : ) 6 sene bizimle kaldı. 5-6 kelime öğretmiştik. Ondan sonra Deniz adında bir kuşum daha oldu. Ama onu kendime hiç alıştıramadım. Sadece bir iki kere uçup kafesine giriyordu. 

DENİZ :)



   Kedilerle ve köpeklerle o kadar çok anım var ki buraya sığdıramam sanırım. Dediğim gibi bu dünyayı güzelleştiren en önemli şeyler onlar. Sizi karşılıksız sevebilecek nadir varlıklar. Eğer elimde bir güç olsaydı bu gücü kesinlikle hayvanların eşya sayılmadığı, canlarının değerli olduğu yasalar koyardım..

2) Bu soruya cevabım kesinlikle Panda. En sevdiğim hayvan olur kendileri. Çok masum geliyorlar bana hem de oyuncular. Bir pandam olsaydı hiç canım sıkılmazdı herhalde : )




3) Asla doğru bulmuyorum. Hatta muhabbet kuşlarını çok sevsem de onları kafese kapattığım için hep üzülmüştüm. Bence her hayvan çok güzel o yüzden tüm kedilerim tekirdi. Hepsini sahiplendim. Bu pet shoplara nasıl bir çözüm bulunur onu da bilemiyorum. Ama istediğim hayvanlarla birlikte insanca yaşayabilmemiz.






20 Haziran 2020 Cumartesi

KENDİMCE

   



    Herkese selamlar. Normalleşme sürecine girdiğimiz şu haftalarda ben de bol koşturmalı, yoğun iş hayatıma geri döndüm. Bir kaç haftadır blogumdan ve sizlerden uzak kaldım Yazı yazmaya fırsatım olmasa da elimden geldiğince sizin güzel yazılarınızı okumaya çalıştım. Günün stresinden, yorgunluğundan sizin sayenizde biraz sıyrılabildim. Yazmaya yazmaya köreleceğimi düşündüğüm için konusu olmasa da bu yazımı paylaşmak istedim. Biraz sohbet havasında olsun istedim :)


    İşe geri dönmeden önce bir instagram hesabı açmıştım. İnsanın boş vakti olunca her platformda bulunmak istiyor. Kendi çektiğim kitap fotolarını paylaşıyorum. Çoğu blok arkadaşımı da bulup ekledim, orada da sizi görmek mutluluk veriyor. 

    Şu sıralar bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine Lucifer'i izliyorum. Aranızda izleyen varsa yorumlarını okumak isterim. Milena'ya Mektupları okumaya başladım. Kafka'nın her eserini okuduğumda kendisine hayran kalıyorum. Boş vaktim olduğu zamanlarda da artık iplerle battaniye örüyorum. Umarım bitirebilirim :) Bitirebilirsem sizler için buradan da paylaşırım :)

     Gündem ne kadar canımı sıksa da her gün twitterdan haberleri takip ediyorum. Dün paylaşılan bir fotoğraf o kadar canımı yaktı ki anlatamam. Belki sizde görmüşsünüzdür o fotoğrafı. Bir kadın daha kocası tarafından katledilirken kendi kanıyla ailesine not bırakıyor. Ne büyük acı. Kurtuldum yazıyor kendi kanıyla ''kurtuldum'' Ölüm o kadın için bir kurtuluş olmuş demek ki. Oysa yaşasa, gerçek anlamda yaşasa ölüme kurtuluş der miydi? İşte gencecik kadınlara ölünce kurtuldum dedirten insanlarla bir arada yaşıyoruz. O kadınları ölümün elinden kurtaramıyoruz. Yasaların bir an önce değişmesini istiyorum . Artık haberlerde kadın cinayeti, çocuk istismarı, hayvanlara işkence gibi haberler görmek istemiyorum.

    Biraz içimi döktüğüm bir yazı oldu umarım sizin de içiniz kararmamıştır. Yazımı okuduğunuz için teşekkür ederim. Güzel günlerimiz olsun..

27 Mayıs 2020 Çarşamba

YÜZYILLIK YALNIZLIK



   Herkese selamlar :)

  Öncelikle ağaç ev sohbeti için yazdığım konuyu beğenip beni yalnız bırakmadığınız için hepinize teşekkür ederim.

   Bayramı sessiz sakin geçirmenin avantajları da oldu hayatımda. Kendime daha çok zaman ayırdım, izlemek istediğim dizimi seyrettim, okumak istediğim kitabımı bitirdim.

  Sizlere okuduğum kitaptan bahsetmek istiyorum. İsmini daha öncede duymuştum ama bir türlü okumaya zamanım olmamıştı. Ama şimdi iyi ki okudum dediğim kitaplar arasında yer alıyor. Her kitap için aynı şeyi dediğimi fark ettim :) Kitap seçme konusunda oldukça seçiciyim. Bir kitabı okumadan önce on kere düşünüyorum. Bu sayede de okuduğum bir kitaptan hiç pişmanlık duymadım.

   Yüzyıllık Yalnızlığın yazarı Gabriel Garcıa Marquez bu kitapla 1982 yılında nobel edebiyat ödülünü almıştır. Marquez'in kitabı yazma amacı ''çocukluk günlerini sanatsal bir dille ardında bırakmak''mış, ve kesinlikle bu dediğini başardı ünlü yazar.

    Kitap akraba olan Ursula ile Jose'nin evlenmesiyle başlıyor. Bu evlilik sonucunda ailenin üzerine yüzyıllık bir çile bir lanet yerleşip kalıyor. Her doğan erkek çocuğa Jose ve Aureliano isimlerini veriyorlar. Gerçekten de ailenin başına nice felaketler geliyor bu yüzyıl boyunca. Kitabı okurken Ursula için çok üzüldüm. Bir insanın yaşayacağı tüm acıları yaşadı kadıncağız. İsimleri sürekli karıştırsam da çok güzel akıcı bir anlatımı var kitabın. Her karakterin hikayesi beni duygulandırdı, günümüz dünyasından alıp yüzyıllar öncesine, Maconda'ya götürdü. Kimi zamanlar orada yaşamak istesem de çoğu zaman o kadar acıya asla dayanamayacağımı düşündüm. Ben de derin hisler uyandırdı yüzyıllık yalnızlık, ve sonu asla tahmin edemeyeceğim bir şekilde bitti. 

Altını çizdiğim çokça söz oldu bu kitapta. İşte bunlardan bazıları ;

Ölümü umursadığı yoktu; ama yaşam çok şey demekti. O yüzden de idam hükmü verildiği andaki duygusu korku değil, özlem oldu.

Her zaman seni üzecek birileri olacaktır. Tek yapmamız gereken; sevginin bize vadettiklerine güvenmeyi sürdürmek, ama kime ikinci defa güveneceğimizi de iyi seçmek.

İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.

Kötülük dünyada değil, kişinin yüreğindedir.

Kimlerle hangi noktada yakınlaşıyoruz? Aşk, sevgi, merhamet mi bizi buluşturan ya da yaşanmışlıkların ortak paydası mı acaba bizi birbirimize yaklaştıran?

Siz hangi gruptasınız? Yıllar önce yaşadığı olumsuzlukları durmadan tekrarlayıp elindeki kartopunu kocaman bir çığa dönüştürerek içinde kaybolanlardan ve yanındakileri de sürükleyenlerden mi; yoksa kocaman bir kar kütlesini güneşin sıcaklığıyla eritip etrafına huzur verenlerden mi?

Hiç düşündünüz mü? Ummadığımız bir anda, ummadığımız bir durum bizi alıp yıllar öncesine götürüveriyor. Yıllardır aklımıza gelmeyen, varlığını bile unuttuğumuz olaylar,  zihnimizin karanlık dehlizlerinden birdenbire gün ışığına çıkıveriyor.

Yaşamla hesabını kesin olarak kapatırken kendi insanlarını düşündükçe duygulanmıyor, en çok nefret ettiği kişileri aslında nasıl sevmiş olduğunu anlamaya başlıyordu.

Yüreğini kolla Aureliano, ölmeden çürüyorsun.

İnsan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür.

Birisi kabuk tutmuş yaralarımızı okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor ve kanamaya başlıyor yeniden oluk oluk. Birine teslim olduğumuzda ve içimizi döktüğümüzde, bedenimiz ve ruhumuz kan içinde kalıyor. O yüzden değil mi içimizi tutmalarımız, birine teslim olmaktan korkmalarımız, ortalıkta gergin ve tedirgin dolanmalarımız?  “Anlatsam mı, anlatmasam mı?”  kararsızlığımız. “Bu sevgi beni acıtır mı?”  kuşkularımız.

Belki de yalnızca onu elde etmek için değil, aynı zamanda onun yarattığı tehlikeleri de ortadan kaldırmak için çok ilkel ve basit bir duygu yeterliydi. Aşık olmak yetecekti. Ama bu denli basit bir şey kimsenin aklına ve yüreğine düşmüyordu.

25 Mayıs 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ * 40

   
  
   
   Herkese selamlar ve iyi bayramlar 🌸 

    Bu hafta ağaç ev sohbetlerinin 40. haftası. Bu haftanın konusunu ben yazıyorum. 😊 İlk kez yaptığım her şeyde olduğu gibi bu yazıyı yazarken de konuyu bulmaya çalışırken de çok heyecanlandım. Bir hatam olursa siz sevgili blog sakinlerinin affına sığınıyorum.
   
    Farklı bir konu düşünmüştüm aslında fakat günün anlam ve önemine uygun olsun diyerek bayram hakkında sizinle konuşmak istedim. Siz değerli blog apartmanı sakinlerine sorum şöyle ;

      "İlk kez bir bayramı ülkece evde ve yalnız kutluyoruz. Bu durum size ne hissettirdi? Eski bayramlarınız nasıldı? En güzel bayram anınız nedir? Bizimle paylaşmak ister misiniz?''

    Küçücük bir virüsün hayatımızı bu kadar alt üst edeceği, 40 yıllık geleneklerimizi böylesine değiştireceği aklıma dahi gelmezdi. Arife gününden beri kalbim çok buruk. Kalabalık aile sofralarımızın yerini minik çekirdek ailelerimiz aldı. Sabah uyandığımda dahi bayram günü gibi hissetmedim. Neyse ki 65 yaş üstüne verilen izin sayesinde biraz da olsa dedemi görüp sohbet ettikte bugün biraz da olsa anlamlandı benim için.

     En çok bu seneki bayramda birilerini telefonla aramışımdır. Hatta bir ara hatlar öylesine yoğundu ki bir süre aradığım kimseye ulaşamadım. Görüntülü aramadan dibine kadar yararlandığım bir dönemdeyim. Allahtan sevdiklerimiz uzakta da olsa onları görüp seslerini duyabiliyoruz.

      Nerede o eski bayramlar diyecek kadar yaşlı değilim ama eski bayramlarımızı çok özlüyorum. Günler öncesinden bayramlıklarımızı alır, bayram günü giyecek olmanın sevincini yaşardım. Sabah uyandığımızda dedemin evine tüm ailecek gider bayram yemeği yerdik. Tabi o zamanlarda rahmetli babaannem de aramızdaydı. Onun hepimizi kucaklaması, sarılıp saçlarımı öpmesi dün gibi aklımda. 


    Tam tarihini hatırlamamakla birlikte 7li 8li yaşımda geçirdiğim bayram en güzel bayramdı benim için. İki amcam Almanya'da olduğu için çok nadir bir araya geliyoruz. O sene herkes bir aradaydı. Tüm aile bayram yemeğimizi yedikten sonra herkes birbiri ile bayramlaştı. Biz de kuzenlerimle bayram harçlıklarımı alıp bakkala koştuk. Kız kaçıranlar, torpiller zararlı tüm oyuncakları alıp akşam ezanına kadar sokaklarda oynamıştık. Benimle yaşıt kuzenlerimin hepsi erkek olduğu için ilk okula gidesiye kadar erkek çocuğu gibiydim. Ve en eğlenceli yıllarım o yıllardı :)

    Okuduğunuz için teşekkür ederim. Umarım konuyu sevmişsinizdir. Tüm blog sakinlerine mutlu, huzurlu , sağlıklı bayramlar diliyorum. Kendinize çok iyi bakın :)